29 Haziran 2012 Cuma

'Tanımak' & Geçmiş Yazılar

Geçmiş yazılarımı önemsiyorum.

İnsanlar değişir, hatta geçmişteki kendini tanıyamayacak ölçüde değişebilirler.

Eski yazılarımı bu yüzden seviyorum. Geçmişte ne düşündüğümü, ne hissettiğimi gösteriyorlar bana. Çünkü bugün bunu anlamam ve hissetmem her zaman mümkün olmuyor.

Bu herkes için geçerli bence. Herkesin fikirleri, ilgi alanları, vs. sürekli değişim halinde. Çünkü hiçbir an aynı kalmıyor, ve her hayat her an değişiyor. Burada Herakleitos'a yine selam çakmak lazım ("Aynı suda/nehirde iki kez yıkanılmaz.").

Düşüncelerimiz ve ilgilerimiz aynı kaldığı zaman bile farklı bir zamanda, belki farklı bakış açılarıyla onları benimseriz.

Tarde'ı çok seviyorum; her an herkesi ve her şeyi taklit ediyorsak, her an değişiyoruz demektir. Hayatımıza değen herkesin fikirlerinden, bakışlarından, duruşlarından, davranışlarından, hatta davranmayışlarından bile etkileniyoruz. Böylece ne isek o oluyoruz. Ve böylece sürekli bir değişim içinde yaşayıp gidiyoruz. Her etkileşim beraberinde değişimi de getiriyor.

Peki bu değişim silsilesi boyunca, insan kendini ve diğerlerini nasıl tanır? Nasıl mümkün olur bu? Tabi eğer mümkünse...

(23.11.2011 yazımdan) "TANIMAK"

Hayatımıza giren o kadar insan... Hangisini tam anlamıyla tanıyoruz acaba? Bir çoğu hakkında pek bilgimiz bile olmuyor. Tanımadan güvenip, tanımadan iletişime geçiyoruz. Tanımadan yakınlaşıp, tanımadan yardım ediyoruz. Çoğunu tam olarak anlayamadan, çözemeden, hayatımıza girdikleri gibi aniden uğurluyoruz. Geriye sadece zatlar va zanlar kalıyor. "Öyle tanıdığımı sanıyorum."

Tanıdığımızı sanıyoruz. Bir insanı ne kadar tanıyabiliriz ki konuşmadan, bir yaşanmışlık paylaşmadan? Çoğu zaman yaşananlar bile yeterli olmuyor. Bir insanı tanımak için onunla bir ömür geçirmek gerek! Kim dayanır buna? Kimin sabrı var o kadar? Ya da zamanı... Peki bir ömür yeter mi gerçekten insanları anlamaya?

Yalnızca tanıdığımızı varsayarak, zannederek devam ediyoruz insanlarla yaşamaya. Hiçbir konuşma ya da hiçbir tecrübe yeterli değil gerçekten tanımaya. Üstelik bir de her insanın içinde kendisinin bile tanımadığı, bilmediği birisi olduğunu düşünürken...

Kim kendini tam olarak tanır ki? "Ben şuyum." demek bile zorken (çünkü zamana ve mekana göre değişebilir), "Sen şusun." demek ne kadar doğru? Kendimizi tanımadan başkalarını tanımak ne kadar mümkün?

Kendini kabul etmek, kendini her halinle sevmek... Önce bunlar lazım insana. Beğenmediğin yönlerini değiştireceksin. Olmuyorsa kabul edip hayata devam edeceksin, sonuçlarına da katlanmayı göze alarak. Ama her zaman kendinle barışık olacaksın ki, başkalarının hayatında da kendini öyle bulasın. Böylece tanırsın hem kendini, hem karşındakini.

Kendini tanıyan insan (becerebildiyse... tebrikler...) bir düzen oturtmuştur, belli bir yaşam stili, hayata bakışı, olaylar karşısında bir duruşu vardır. Kendini tanıyan insanların ayakları yere sağlam basar. "O mu, bu mu?" tereddütleriyle uğraşacağına karşısındakine odaklanır, onu tanımaya başlar, onda kendini görür.

Herkes olduğu kadar, ne ise o kadar, karşısındakini algılar. Tanımadığı, bilmediği özellikleri bir başkasında da göremez çünkü. Hiç bilmediğimiz, yeni tattığımız bir yemek için "Şuna benziyor." desek bile aynısı değildir. Empati kurmadan da tanımak olmaz. Ama insanlar bildikleri kadarıyla empati kurabilirler. O acıyı, sevinci, heyecanı, isteği hissetmek için onu yaşamak gerekir. Hissetmeden de kimseyi tam anlamıyla tanıyamaz. "Ne kadar çok yaşarsan o kadar çok tanırsın öyleyse!" Ya da ne kadar çok üzerine düşünüp kafa patlatırsan... Hem kendini, hem diğerlerini tanırsın.

Peki ya tanımaya fırsat bulamadan hayatımızdan çekip gidenler? O kadar çoklar ki... Sadece algıladığımız kadar varlar. Çoğu çoktan unutulmuş. Bir o kadarı da unutulmaya yüz tutmuş. Hatırladıklarımızsa sadece anılarda. Günün anlam ve önemine uygun olarak algıladığımız şekliyle. Hiçbirini gerçekten tanımıyoruz oysa. Yalnızca tanıdığımızı sanmakla, belki ummakla yetiniyoruz. Tanımak için çaba da harcamıyoruz.

Aslında ne önemi var ki? Giden gitmiş nasılsa! Kalanlarsa hala muallakta...

20 Haziran 2012 Çarşamba

Okumak, Okumak, Okumak!

(15.12.2010 tarihli yazımdan)

Dün Zeynep Hocayla konuşurken "Sizi çok seviyorum, çünkü çalışkansınız." dedi.

Acaba çalışkan mıyım gerçekten? Ya da olmak istiyor muyum?

Aslında ben çalışkan olduğumu sanmıyorum. Liseye kadar fazlaca çalışkandım, ancak ortaokul sonrası depresyona (!) girmemle birlikte çalışkanlığımda da azalma oldu. Artık yalnızca ilgi duyduğum alanlarla bile belli ölçüde ilgileniyorum.

Birkaç zamandır Sakıp Sabancı'nın ünlü sözü aklımda; "Çalışmak, Çalışmak, Çalışmak!" Evet Sakıp Bey çalışmaya çok önem veriyordu, kapitalist sistemin verdiği önem gibi. Mühim olan çalışıp üretmek, ve ortaya çıkan şeyi satabilmek. Artık insanlar "kendini beğendirdi" yerine "kendini iyi pazarladı" lafını kullanır oldu. Çünkü mühim olan emeğini de satabilmek. Onlara göre satılabilecek her şey satılmalı; boş durulmayacak, çalışılıp para kazanılacak (ya da sadece para kazanmak için çalışılacak mı demeliyim?). Ne de olsa "Vakit nakittir!"

Günümüzde değerli olan şeyler genellikle para getiren şeyler de oluyor aynı zamanda. Para sadece bize gelmeli demiyorum, satın aldığımız bir şeyde de para üreticiye geliyor/gidiyor... Yani her şeyin bir "para karşılığı" --> "fiyatı" var. Artık herkesten her şeyi, kendini bile, pazarlayıp satması bekleniyor. İnsanlar da buna mecbur, çünkü hayatını idame ettirebilmesi için para kazanması kaçınılmaz olarak görülüyor.

İnsanlara her koşulda "çalışmak" dayatılıyor. "Çalışın!" emri artık daha yumuşayıp kendini "Çalışkan olun!"a bıraktı. Çünkü çalışkan olmak ahlaki bir değer. "Çalışkan olmak" aynı zamanda "tembel olmamak" da. Tembel olmamak için insanlar çalışmalı. Nasıl kanıtlayabilir çalıştığını/çalışkanlığını? Üreterek, çalışma sonucu ortaya bir "ürün" koyarak...

Ben şu anda ortaya bir ürün koymuyorum, sadece okuyarak bilgi ediniyorum, geleceğime "yatırım" yapıyorum yani. Aslında bu da bir çalışma biçimi, gelecekte bu yatırımımdan yararlanıp kendimi piyasaya sunacağım - onlara göre bakıp yorumlarsak.

Bana göre ise; çalışkan olduğum için değil, ki ben tembel olduğumu bile düşünebilirim -bu çok 'onur kırıcı' olurdu!- 'dünyayı sorguladığım' için, insanları ve hayatın işleyişini anlayıp anlamlandırabilmek için; merak ettiğim için; belki de en önemlisi, ilk emir "Oku!" olduğu için okuyorum. İnsanoğlu sistemin neresinde, nereden geldi ve nereye gidiyor... kavrayabilirsek zaten yaratılma/yaşama amacımızı da anlayabileceğiz.

Çalışıyorsam da bu "bu dünya" için olmadığı kesin. Şu anda kendimi dünya sistemini değiştirebilecek kadar güçlü görmüyorum (çok istememe rağmen...). Sadece çevremdeki insanlara iyiliği, "doğru yol"u göstermeye çalışabilirim (hem dünyevi hem uhrevi, ama bu bile tartışılır...), yine de insanların isteklerine bağlı her şey.

Ne yazık ki insanlar artık birbirlerini dinlemiyor, kimse kimsenin düşüncesini önemsemiyor. Ne verilen sözler tutuluyor, ne de bu sözlere itibar kaldı artık. İnsanlık gibi Müslümanlık da değişti. Herkes birbirini "satıyor" (o kadar alışılmış ki buna). Kimse kimseye güvenmiyor.

Paramız kadar değerimiz var artık, malımız kadar sözümüz...


[Para kazanmak için çalışmaya karşıyım! Kapitalist düzenin "çalışkan"ı olmaya da... Hayatımı 2 hafta lüks tatil geçireceğim diye, yalnızca para kazanmak amacıyla çalışarak harcamak istemiyorum. Kendim istediğim için, kendim keyif aldığım için, başkalarına dokunduğum, onların hayatını değiştirdiğim/güzelleştirdiğim için, geliştiğimi hissettiğim için çalışmak istiyorum. Bu duygularla yazılmıştı bu yazı...]

17 Haziran 2012 Pazar

Babalık ve Erkekler üzerine güzel bir yazı

METİN SOLMAZ* RADİKAL, 15.06.2012

Bütün babaların erkek olması bir tesadüf olabilir mi?

Hep derler ya, her bebek biriciktir, hiçbiri birbirine benzemez diye. Bu lafı hiç anlamam. Çünkü bunların hepsi aynı şeyleri yaparlar: Kol bacak sallama, meme, kaka, çiş. Kimi sarılık, bazısı kolik, alerjik; bu mudur yani her bebeği biricik yapan? Biyoloji üç aşağı beş yukarı aynı inşaatı yapar. Çevre, hısım akraba, anne-babanın cins cins olmasıdır bebekleri ayıran. Anne-baba içinde de çok çeşit olan babadır. Kimi bebeğinin yüzüne bakmaz. Kiminin bir emzirmediği kalır. Kimisinin de üzerine oturmaz bir türlü. Tutamaz, avutamaz, oynayamaz. Çabalar. Olmaz bir şekil. Ya anne? İlkinde bile yüz yıllık anne edası yapışıverir pek çoğuna. Baba dokunmaya tırsarken anne her an akrobasiye başlayacakmış gibi durur.
Anneler çok çalışır, sürünür, tiksindiği akrabalarına, komşularına muhtaç kalabilir, uykusuzluk çeker, kendine bakmayı unutur. Ama hep başroldedir. Erkek ise direktir ancak (Bu konuya geleceğim).
Babaların hepsinin erkek olması tesadüf değil tabii ki. Problem burada başlıyor. Ben, erkekliğin müstakil bir durum olduğundan çok emin değilim. İmalatı yarım kalmış sanki. Dört yaşında birer kız ve erkek çocuğu tasavvur edin. Kız, oyuncaklarıyla bir hayat simülasyonuna dalmışken oğlan elindeki arabayı saçma sapan sesler çıkararak sürer. Büyürken de böyle gider bu. Ortaokulda kızlar gelişimini hemen hemen tamamlamışken erkekler ‘kale benim’ filan oynar.
Hem erkeklik ha bire olunan bir şeydir. Çoğu gazdır. Sünnet, askerlik, evlenmek, iş yahut çocuk sahibi olmak. Bu aşamaların hepsinde bir daha “Hadi erkek oldun artık”tır. Ne artıksa artık. Hep bir beş yaş zekâsına hitap etme hâli de hediyesi.
Bu tekrar tekrar erkek oluşlar içerisinde babalık en hüzünlüsüdür. Erkeğin biyoloji başta olmak üzere pek çok konudaki acizliğinin deklarasyonudur. Eşitsizlik prodüksiyon aşamasında başlar. Kadının bir tek yumurtasına karşılık olarak gönderilen iki yüz milyon sperm çöp yolunda gayet onur kırıcı bir muamele görür. Hamilelikte? Hormonal dengesi bozulmuş ve her türlü kaprise açık anne adayı, içinde bir canlı büyütürken baba adayına düşen ona kesintisiz iyi davranmaktır. Doğum geldi, biter mi? Sütün birinci kaynağı moral. Hormonlar da hâlâ aktif. Sıkıysa uluorta fikirlerinizi söyleyin bakalım. Eş-dost, hısım-akraba? Kesintisiz bir anne kayırma çabası. Herkes dönüp aynı şakayı bulacak kadar yaratıcıdır: “Ay inşallah annesine benzer.” Babaya da tembih kalır: “Artık şuna şuna dikkat etmen lazım.” Ya bebek? Haşmetmeap doğduğu zaman sehpa ile babası arasında minör farklar görür. Sen 9 ay özlemle bekle, kapris çek, sakalını süpürge et; sonra kapıdan her girdiğinde yeni birisi sansın seni.
Bir baba çocuk büyütürken temel olarak ‘işlevsiz empati sendromu’ ile mustariptir. Şöyle ki çocuğuyla değil kendi çocukluğuyla empati kurar. “Benim bu yaştaki halim bu durumda böyle yapardı” diye külliyen irrasyonel bir yöntem benimser. Misal gider alır bir elektrikli araba, oturtur çocuğunu içine. Çocuğun umurunda değildir. Zevk alsın diye yırtınır. Çocuğun umurunda değildir. Seksen türlü şaklabanlık yapar olayın cazibesini tarif için. Çocuğun umurunda değildir. Bittabii empati bu şekil olunca hayatı boyunca çocuğuna yabancı kalması da kaçınılmaz olur.
‘Baba’ diye çağrılan insan genel olarak o ortaokulda ‘kale benim’ oynayan adamın hayal kırıklıklarıyla yontulmuş formudur. Anne çocuğun işbirlikçisidir, sırdaşıdır. Ne olup bittiğini bilen, çekip çevirendir. Ne hikmetse kutsaldır. Baba ise en fazla bir korkutma unsurudur. Bir de direktir. Evin direğidir. Ama evi dişi kuş yaptığı için direği de o dikmiştir sonuçta. Direk olduğu için evde olup biten pek bir şeyin farkında değildir. Zaman zaman hırçınlaşır, meşrebine göre şiddet de uygular. Ama her şeyi en son o duyar. Ya da hiç duymaz.

Hayatın erken bir formu...

Hayatımda en çok babayla bir arada 28 günlük şan ve şerefle dolu askerlik hayatımda kaldım. Koğuş denilen bir hangarda 400 erkek bir arada yatıyorduk. Bunların en az yarısı babaydı. Ve neredeyse tamamı kendisine bakmaktan acizdi. Yedi çocuklu bir tanesi ayaklarını tütün kolonyasıyla yıkıyordu. Böylesinin daha hijyenik, temiz ve ‘güzel’ kokulu olduğuna karar vermişti. Özellikle gece oluşan koku ve ses durumu kâbustu. Pek çoğuna önce annesi bakmış, sonra da karısı. Hiç kendilerine bakmaları gerekmemişti ki... Bana da ayakkabı bağlamanın yahut yatak düzeltmenin 30 ila 50 yaş adamlara nasıl olup da 2’şer saatlik eğitim konuları olabildiğini anlamaya çalışmak kalmıştı.
Velhasıl, sözüm kadınlara. Bu bütün anneler kutsaldır gazına gelmeyin lütfen. Bütün anneler kutsalsa N.Ç.’ye tecavüz eden erkânı, Kenan Evren’i yahut Julio Iglesias’ı tavuklar mı yumurtlamıştır? Yumurta demişken, sperm/yumurta asimetrisini unutmayın. Eşlerinize, sevgililerinize kızdığınızda biraz daha düşünün. Birçok irrasyonel durumda devreye sokabileceğiniz hayvan sevgisi, anlayış çıtanızı yükseltecektir. Bizlerin hayatın erken bir formu olduğumuzu, sizin unuttuğunuz detayları öğrenmeye çalıştığımızı unutmayın. Erkek milletinin nihai çabası kendisini size ve topluma beğendirmeye çalışmaktan ibarettir.

*Anne-baba çocuk sitesi Uzuncorap.com yazarı, yayıncı

Kaymak - Bal

Cumartesileri gelen günlük sütümüzden aldığımız kaymağın son hali, muhteşem görüntüsü, kokusu ve tadıyla çığır açtı...

Bu sabahki kahvaltının gözdesi,

Üzerinde Küçükkuyu'dan aldığımız Kazdağı balı ile...


Tablo gibi, şahane...

11 Haziran 2012 Pazartesi

Pazarda Meyve Sebze

Bu yıl hiç güzel meyve sebze bulamıyorum. Yoksa ben mi denk gelmiyorum acaba?

Hemen taktik değiştirmem lazım. Ne varsa eskilerin aklında varmış, deyip her zaman bildiğim ve beni tanıyan pazarcılar edinmeliyim... Bir kere alışırsan güzel malzemeli bir yere, daha endişe etmezsin bu hafta da nelere denk gelicem acaba, diye.

Aslında, hep söylerim, daha önce de yazdım, en iyisi kendin ekip biçmen. Hem senin mahsullerin olur, ne ilaç ne başka bir şey, hem mahsuller olur çocukların gibi, kusurlarını görmezsin, seve seve yersin, koklaya koklaya...

Hem taze olur, hem sağlıklı, hem kasalarda şehir şehir gezmediği için ezilip çürümemiş, günlerce orada burada beklemediği için de çörüşmemiş...

Çıtır çıtır salatalıklar, elmalar, erikler... Mis kokulu domatesler, çilekler, vişneler...

Gül Hocayla konuşurken bir gün "Bundan sonraki aşamada insanlar köylere geri göç edecek herhalde" demiştim. Zaten kıyamet alametlerinden... İnsanlar gittikçe çürüyor. Sağlık için de havası, toprağı temiz yerlere gidilmesi öneriliyor.

Köyleri olanlar köylere göç edecek, İstanbullular da gittikçe Ege'ye, Akdeniz'e...

İstanbul'da bu gidişle hiç orman kalmadığı zaman (Allah korusun!), yaşanacak olan tekrar ormanlar oluşturmak olmayacak. Bence manzara aynen bu göçler olacak. Herkes kaçıp kurtulmak isteyecek İstanbul'dan. Şu anda fırsatı olanlar da yapmıyor mu zaten bunu?

Keşke hala var olan ormanları da tahrip etmesek... Bozup bozup yerine yenilerini yapmaya uğraşmak çok daha fazla yorucu.

Yine de artık daha çok orman yapıcı, daha ağaç dikici olsak... Hazır şu anda bulunan devasa alanlara yayılmış gereksiz binalardan, saçma AVM'lerden, adım başı petrol istasyonlarından birazını yeşil alanlarımızı çoğaltmak için kullansak... Daha fazla geç olmadan... (Başbakan olunca yapacağım bunları inş. :))

Bununla ilgili projelerim var aslında. Hiçbir zaman gerçekleşemeyecek projeler olsalar da...

Ne İstanbul'dan kopabiliyoruz, ne İstanbul'u yaşamak bizi tatmin ediyor...

Meyve sebzelerle işe başlayıp nerelere gelebiliyor insan...

Belem Turtası Vol. 1

Bu tarifi tutturmayı bir gün becerebilecek miyim bilmiyorum.

Tarifi kimselere verilmeyen bu lezzeti her şeyden önce yerinde tatmam gerektiğine eminim!

Daha çok deneme yapmam lazım...


9 Haziran 2012 Cumartesi

* Cheesecake *



[Tarifi ilk olarak teyzemin arkadaşına samimi bir mail ile atmıştım. Daha sonra arkadaşıma, ailemden insanlara attım maili. Baktım talep çok, en kolayı buraya yazmak, dedim. Buraya aktarırken de yine sohbet havasını korudum. Hep yemek bloglarında alışkın olduğumuz içten tariflere bir tane de benim katkım olsun :) ]

Yaptığım en lezzetli tarif, bir yiyen bir daha istiyor. Brunch'ların, günlerin, 5 çaylarının unutulmaz tadı...

Cheesecake'i ilk kez halamın yaptığı şekliyle tatmıştım; labne ve süzme yoğurtlu, şeftali soslu. O zaman da bayılmıştım bu tada, ama daha sonra evde deneye deneye en lezzetlisini bulduğumu söylüyorlar. Hazır cheesecake'ler gibi kadifemsi bir tat...

Arkadaşlar, akrabalar, eş-dost arasında popülaritenizi artırmak istiyorsanız, bu tarifi muhakkak deneyin derim. Hem içinde yarım kilo peynir olduğu için, kekinde yağ bulunmadığı için ve üzeri bol meyveli olabildiği için diğer tatlılara göre daha hafif, daha sağlıklı. İçindeki şekeri saymazsak tabii :)

Uzatmadan tarife geçelim,

Püf noktası: Hazırlanması, kekin dinlenmesiyle ve tadının oturmasıyla birlikte toplamda 5-6 saat vakit alıyor. Gözünüz korkmasın, çoğu zaman beklemekle geçiyor.
Bir de dinlendirilip bir gün sonra yenirse çok daha lezzetli oluyor... İkram edilmeden bir gün önce yapılmasında fayda var.

* Kelepçeli kek kalıbında daha iyi oluyor, ben 24cm'lik kullanıyorum.


3 ayrı aşamadan oluşan tarifi aynı şekilde 3e bölüp anlatıyorum;

1. Taban (5-10 dk)

Malzemeler: - 1-1,5 paket Burçak bisküvi (keyfe göre)
- 100 gr. tereyağı ( yaklaşık 2 tepeli yemek kaşığı kadar)

Yapılışı: Bisküviyi rondoda çekin, erittiğiniz tereyağıyla iyice karıştırın. İki malzemenin iyice harmanlanması gerek ki bisküviler tabanda kalıp gibi olsun. Karışımı kalıbın tabanına yayın, üzerini bastırarak düzeltin. Tereyağının donması için buzdolabında 40-45 dk bekletin.



2. Kek (10-20 dk)

Malzemeler: - 2 yumurta
- 1 su bardağı tozşeker
- 500 gr. Labne peyniri (Ben Ülker İçim kullanıyorum, tadı ve kıvamı daha güzel oluyor)
- 3 yemek kaşığı un (tepeli olmasın! kek çok katı olur)

Yapılışı: Yumurta ve şekeri mikserle iyice çırpın. Şeker eriyince labne peynirini ekleyin yine çırpın. En son unu ekleyin ve biraz daha çırpıp (un karışmış olsun) buzdolabında bekleyen karışımın üzerine dökün.

* Kıvamı epey sıvı olabilir, korkmayın. Katı olursa korkabilirsiniz, ununu çok koymuşsunuz demektir :) Kek yine yenir ama istediğimiz kadar yumuşak, krem kıvamında olmayacaktır...



Bu altlı üstlü iki karışımı, önceden 170 derecede ısıtılmış fırında 30-35 dk pişirin. Kekin üstünün pembeleşmesini beklemeyin, hatta çıkardığınız zaman ortası bıngıl bıngıl sallanıyor bile olabilir. Buzdolabında kendini toparlayacaktır.

Fırından ilk çıkmış hali


Aşağıdaki gibi toparlanır, küçücük kalır, şaşırmayın...


Püf noktası: Kekin dinlenince büzüşüp kalıptan ayrılmak isteyeceği unutulmamalıdır (yukarıdaki fotoğrafta olduğu gibi). Keke bir bıçakla vs. yardımcı olunmalıdır, aksi halde bize kırılıp çatlamaya başlar, bu da bize serviste zorluk yaşatabilir :)

3. Sos (10-20 dk)

Cheesecake'e ihtişamını veren kısma geldik. Lezzeti kadar görünümü de güzel olsun istiyorsanız bol meyvelisi en güzeli...

Çikolatalı, limonlu, frambuazlı, şeftalili vb. şekillerde soslar hazırlamak mümkün. Ben dalından koparılmış organik ekşi vişnelerle hazırlamayı daha çok seviyorum:

1. Sos Tarifi: Vişne Sos

Malzemeler: - 1 tepeli tatlı kaşığı nişasta
- 2 yemek kaşığı tozşeker
- Bir miktar vişne (Çekirdeği çıkarılmış)
- 2 çay bardağı vişne suyu (kaynatılan vişneden alınacak)

Nişasta, tozşeker ve vişne suyuyla amacımız jöle yapmak. Hazır jöle de kullanabilirsiniz, Dr. Oetker'in "Tart Jöle"si de kullanışlı olabiliyor, ama birkaç kez başarısız denemem oldu, sulu kaldı ve cheesecake'imi de mahvetti, tavsiye etmem...

En iyisi "annem usulü" jöle hazırlamak;

Yapılışı: Nişasta ve tozşekeri karıştırın, üzerine azar azar vişne suyundan ekleyin ki nişasta birden topaklanmasın. Her eklemede karıştırın. Nişasta tamamen eriyince geri kalan vişne suyunu gönül rahatlığıyla üzerine boca edebilirsiniz.

Kısık ateşte karıştırarak pişirin. Kaynamaya çıkınca 1 dk kadar daha karıştırın, ateşten kenara alıp biraz soğutun. Hafif hafif pelteleşmeye başlayınca başka bir kapta, önceden kaynatılıp çekirdeği çıkarılmış vişnelerin üzerine ekleyin, hızlı hızlı karıştırın. En azından 1 saat dışarıda, 30-40 dk da buzdolabında dinlenmiş kekin üzerine güzelce yayın.

Bu bahsettiğimiz kekin bizim bildiğimiz keklere benzemediğini artık görmüşsünüzdür, daha çok yoğurt kıvamında, hazırlayıp servis tabağına aldığınız zaman ise üzerindeki vişne sosunun kremamsı ara kısmına sıvaşmış haliyle gayet iştah açıcı durur. Ya da bana öyle görünüyor, bilemiyorum :)


2. Sos Tarifi: Limonlu Cheesecake için

* Kekine biraz limon sıkmanız (bir güçlü sıkım kadar) cheesecake'in limonlu olması için yeterli :)

Sosuna gelince (internetten alınmış tariftir):

Malzemeler: - 50 gram tereyağı

- 2-3 yemek kaşığı toz şeker (tepeli olmayacak, şeker ihtiyacınıza göre)

- 1 yumurta

- 1 yumurta sarısı

- 2 çay kaşığı limon kabuğu rendesi

- 6 yemek kaşığı limon suyu

Asıl tarifte şeker için "1/2 cup" diyor. Daha anlaşılır olması için ben ölçüyü yemek kaşığıyla verdim.
Tereyağı hariç tüm malzemeleri bir kaba koyun, benmari usulü, kısık ateşte sürekli karıştırarak pişirin.
Püf noktası: Yumurta akının birden pişip içinde beyaz beyaz görünmemesi için bir tel çırpıcı ile karıştırın.

Kıvam alması biraz uzun sürüyor. Kıvam alınca tereyağını ekleyip 10 dk daha karıştırarak pişirin. Biraz soğuyunca, buzdolabında iyice kendine gelen kekin üzerine yayın. Keki en az 30-40 dk daha buzdolabında bekletin ki sos üzerinde iyice donsun.


Afiyet olsun ! :)

Kendine Ait Bir Oda

"Kendine Ait Bir Oda" (A Room of One's Own) Virginia Woolf'un ilk kez 1929 yılında basılmış kitabı, benim blogumun adının da ilham kaynağı.

Kendisinden "kadınlar ve kurmaca yazın" konusu üzerine yazı yazması istendiğinde ortaya çıkmış bu eser.

Virginia Woolf bir kadının o zamanlarda yazı yazabilmesi için 3 şeye sahip olması gerektiğini ileri sürüyor:
- Kendine yetecek kadar parasının olması
- Boş zamanının olması
- Kendine ait bir odasının - kişisel mahremiyetinin - olması

Ancak zamanın koşullarına göre bunlar bir kadın için oldukça lüks kalıyor. Çünkü düşünmek, para kazanmak ve özgür olabilmek için zamanları da, iyi uyku ve yemek için şansları da yoktu kadınların. Dahası, paraları ve zamanları olan kadınların bile, erkeklerle eşit sayılmadıkları için, özgür zihne ulaşma imkanlarının olmadığını vurguluyor Woolf.

Gerçek hayatta böylesine aşağı görülen, evlere kapatılıp yalnızca evişi, çocuk bakımı, eşin ihtiyaçlarını karşılama gibi işlere mahkum edilen ve değer görmeyen kadınlar Woolf'un anlatımına göre kitaplarda çarpıcı şekilde erkeklerle eşit tasvir ediliyor. Oysa ki gerçek hayatta dönemin İngiltere'sinde kadın ne üniversiteye, ne kiliseye kabul ediliyor, kanunlara göre miras alıp bırakamıyor, hatta erkekler lüks içinde yemek yiyip içkilerini içerken kadınlara su layık görülüyor, diyor Woolf.

Bu gibi eşitsizlikleri sıralarken Woolf bize kadınların yalnızca bebek doğurup onlara bakmaktansa metin yazmayı ve bu şekilde üretici olmayı tercih edebileceklerini, yani bilişsel açıdan kendilerini geliştirip bunu kanıtlayabileceklerini anlatıyor. Bunun için de kadınların yukarıdaki 3 şeye ihtiyaç duyduğunu belirtiyor.

Bugünün kadınları seçimlerini özgürce yapmakta daha şanslı. Yazı yazıp bunu özgürce herkese ulaştırmakta da...

Yazmak; insanın düşüncelerini geliştiren, bakış açısını genişleten, kendini sürekli bir adım ileriye taşımasına olanak sağlayan çok önemli bir uğraş. İstenilen an istenilen konu üzerine yazılar yazıp, bunları daha sonra okuyabilmek, aynı zamanda düşüncelerin ne kadar değiştiğini görmek veya eski düşünceleri, unutulduysa bile, tekrar hatırlamak... Hepsi yazıyla mümkün.

Yazarak anlamak ve anlamlandırmak çok daha kolaylaşır. Okunulanlar, çevredeki insanlardan dinlenilenler, edinilen her türlü bilgi bu sayede toparlanıp gözler önüne serilir.

Yazmak bir açıdan kategorilere de ayırmaktır, özet çıkarmaktır, anladığını anlatmaktır. Bu sayede kolaylaşır anlamak, ne anladığını anlamak ve o bilgileri oturtmak.

O bilgileri kullanarak kendimize, ve hatta geleceğe seminerler veririz. Bir anlamda geleceğe de yatırımdır yazı. "Bugün"ü geleceğe taşımaktır.

Yazma eylemi, kendimize ayırdığımız zamanı da beraberinde getirir. Woolf da tam olarak bunu istiyordu; sakin kafayla, kendi başına oturup kendi düşünceleriyle boğuşan bir kadın, başka kaygısı olmadan...

Ancak "Tutkulu Sosyoloji" kitabında da söylendiği gibi, yazı her zaman tek taraflı değildir. Yazar yazısını en azından içindeki okuyucuya yazar. Hep içinde yazının bir gün okunacağı ümidini taşır. Bu okuyucu yine kendisi olsa bile...

Woolf kadınlara öğüt verirken şöyle diyor:
"Para kazanın, kendinize ait ayrı bir oda ve boş zaman yaratın. Ve yazın, erkekler ne der diye düşünmeden yazın!..."

(Bazı kısımlar 26.10.2010 yazımdan alınmıştır.)

8 Haziran 2012 Cuma

Tarde ve Žižek benim kalemimle "tolerans"ı tartışıyorlar :)

(10.01.2012 tarihli yazımdan - 30/30)


Tarde: Sevgili meslektaşım Žižek, toleransa karşı olduğunu duydum. Eminim sen de benim “imitation” ve “monad” kavramlarımdan haberdarsındır. Monadlar arasında sonsuz ve yoğun bir etkileşim ve taklit olduğunu açıklıyor teorim. O halde, biri diğerine toleranslı oluyorsa karşıdakinin de bunda payı vardır kanaatindeyim. Bu, tüm monadların içinde olduğu bir durum. Monadlar düşünce olarak ikiye falan bölünmüş değil. Herkes herkesten etkileniyorsa, buna toleranslı olan da olmayan da, tolere edilen de, bu düşünceye karşı çıkan da dahildir. Çünkü bu konu, konuşularak bile meşrulaştırılmış olur aslında bir bakıma. Yanlış olduğunu düşündüğümüz, düzeltmeye çalıştığımız durumları değiştirme isteği, aslında onu bir şekilde bizim de tecrübe ederek yaşamamızdan ileri gelir. Çünkü deneyimlemediğimiz bir durumu değiştirme derdine düşmeyiz. Birşekilde onu hem ‘eden’ hem ‘edilen’ haliyle yaşamışızdır. İki taraflı anlaşılan bir durumu tam olarak ya benimser ya da değişimi için müdahale ederiz. Bu durumda, sevgili Žižek, sen de tolere edildin ve belki de ettin. İnsanlar sana hoşgörülü davrandılar ve sen de onları hoş gördün. Bu nedenle bu kavramlara karşı olmalısın bu kadar. Bir şey yaşamış olmalısın…?

Žižek: Aslına bakarsan Tarde, burada sana ne yaşadığımı anlatacak değilim. Bunun nedeni benim de unutmuş olmam da olabilir. Çünkü insanlar kendilerini rahatsız eden anılarının üzerine sünger çekip bir daha hatırlamamayı tercih edebilir. Burada ben de bunu yapmış olabilirim. Bu yüzden belki de, başka başka örnekler de verebilirim. Hatta bu şekilde bilinçaltımın bunalımlarını açığa vurmuş da olabilirim. İnsanlar bu yüzden beni bu kadar saldırgan ve anlaşılmaz buluyor da olabilir. Ama konumuz şu anda bu değil.

Açıkçasısenin bahsettiğin konu üzerine düşünmemiş de olabilirim (sonunda Žižek’in düşünmediği bir konu?). Ama bildiğim bir şey var ki, sevgili Tarde, tolerans kavramının tarihçesi ırkçılığın ortaya çıkışına dayanır. Irkçılık yalnızca açıktan açığa söylenmekle kalmaz, pekâlâ ona da çeşitli kılıflar bulunabilir. Çokkültürcülük politikaları da bu yollardan biridir. “Farklılıklara” referans verilerek bu faklılıklara tolerans/hoşgörü adı altında ırkçılık da uygulandığından bahsediyorum. Irkçılığın meşru zemine çekilmesidir tolerans. Çünkü tolerans gösteren, o gösterdiği kimselerden kendini üstün gördüğü için, onlara katlandığını belirtmek için, sanki bunu bahşediyormuş gibi ortaya koyar eylemini. Çünkü tolere etmek herkesin harcı değildir! Herkes beceremez her zaman o kadar sabırlı, lütufkâr, özgeci olmayı. Çünkü tolere etmek fedakârlık gerektirir. Herkes “fedakâr” olabilecek kadar mükemmel değildir. Yalnız tolere edenler müstesna!

İşte tolerans kavramının getirdiği bu düşüncelere karşıyım ben. Farklılıkların ortaya konularak “diğer”inin “tahammül ediliyor/katlanılıyor” gibi gösterilerek aşağılandığı bu fikre karşıyım.

Tarde: Hepimiz beraber ortak bir dünyada yaşıyoruz ve kaçınılmaz olarak etkileşim içindeyiz. Birbirimizle fazlaca, belki hayal bile edemeyeceğimiz kadar fazla ölçüde iletişim içindeyiz. Yalnızca konuşarak değil; mimiklerimizle, duruşumuzla, yaptıklarımız ve hatta yapmadıklarımızla… Biz farkında olmasak da, bilinçaltımızın bunları kaydettiğini düşünüyorum. Yani her zaman sadece ilk bakışta hoşumuza giden fikirleri, hareketleri vs. alıyor değiliz. Bunun yanında tüm gördüklerimiz, duyduklarımız, canlı-cansız her şeyin tüm özellikleri bir şekilde beynimize depolanıyor ve biz onları taklit ediyoruz.İşte bu şekilde yaptıklarımızı/yapmadıklarımızı kendi aklımızda meşru bir zemine oturtabiliyoruz. Çünkü yaparken artık bu bize ilginç, tuhaf gelmiyor daha fazla. Alışıyoruz. Ve bunu artık hem istem dışı hem gönüllü olarak yapmışoluyoruz. Tıpkı kapitalist düzende olduğu gibi, insanlar gönüllü olarak alışveriş yapıyorlar. Hatta alışveriş sitelerine de kendi istekleriyle bakıyorlar, her ne kadar yaygın ‘alışveriş yapmam gerek’ düşüncesiyle olsa da…

Tolerans için de benzer bir durumun geçerli olduğunu düşünüyorum. Yani tolere eden de edilen de bunu düşünmeden bile yapıyor olabilir. Çünkü artık meşru bir zemindedir tolere etmek. İnsanlar bunun üzerine düşünmeye vakit bulamıyor bile olabilirler. Ve herkes bunu meşru gördüğü için bu şekilde yaşamaya devam edebilirler. (Ne şekillerde yaşamaya devam edilmiyor ki? Açlık, vs.) Tolere etmenin üstünlük getirdiğini ancak ince bir düşünce fark edebilir. Ancak düşünen bir insan… Ve düşünüldüğü zaman tolerans kendini aklayamıyor, sana hak veriyorum. Ancak hoşgörü, toleransın aksine, gerçekten gereklidir.

Evet, dediğin gibi ırkçılıkla ortaya çıkmıştır tolerans kavramı. Bu yadsınamaz bir gerçek olabilir, buna itirazım olmaz. Ancak yüzyıllar boyunca o “tek akıl”(single mind)’ın üzerine pek çok bilgi, tecrübe, fikir birikti. Sonucunda artık her şeyi bilir, anlar durumdayız. Yine de yapamadığımız tek şey sanırım, birlikte keyifli bir hayat yaşamak. Hala insanlarla, doğayla, aslında en önemlisi kendimizle barışamadık. Karşımızdaki insanın da aslında “Biz”den olduğunu anlayamadık. Hepimizin bir olduğunu… Ayrılmaz bir bütün olduğumuzu… O bütünün yalnızca ufak değişikliklerle birer parçası olduğumuzu… Ya anlayamadık, ya da kabullenmek istemiyoruz. Tek bir neden, tek bir öz yok. Ve bu öz, en mühimi, ‘kendimiz’ de değiliz. Bir bütün olarak, ‘Biz’ olarak hepimiz monadız, hepimiz ‘öz’üz.

Ancak biz ısrarla “farklılıklar”dan rahatsız olarak, yalnızca “aynılıkları” kabul etmek istiyoruz. “Diğerlerini” dışlamak tüm insanların bilinçaltına yazılmışdurumda bugün. Bu senin bilinçaltına da yazılmış durumda Žižek. Artık böyle olmaması gerektiğini söyleyerek sen de bunu itiraf etmiş oluyorsun.

Öte yandan keyifli bir yaşam için, birliktelik ve uyum içinde, hoşgörü gereklidir. Burada hoşgörüyü “anlayış” kavramıyla beraber kullanırsak daha açık olacaktır. Tolerans kavramı ise daha çok “katlanma/tahammül etme” kavramlarıyla açıklanabilir. Anlayış, var olmayı sağlayan farklılıkların kabul edilebilir olmasıve beraber yaşamaya engel teşkil etmemesi için önemlidir.

Žižek: Neden farklılıklar kabul edilebilir olmalıdır? Kabul etmeden de pekâlâ yaşam sürdürülebilir. Farklılıklara karşı gelmek, onlarla savaşmak da elbette yaşam için bir yol olabilir. En nihayetinde herkes herkesle mükemmel bağlar kurmak, uyum içinde yaşamak zorunda değil. Ve bu mümkün de değil zaten. Örneğin, benim kapitalist politikacılarla anlaşacağımı kim söyleyebilir?

Tarde: Evet, haklısın. Ancak senin yaşam anlayışın daha çok “çatışmalar”üzerinden giderken, benim yaşam anlayışım “uyum”, “anlayış”, “birliktelik”üzerinden kuruluyor. Sen farklılıkları, aslında eleştirdiğin gibi ‘aşırı’olarak görürken benim farklılık anlayışım yaşamın kaçınılmaz olarak getirdiği ‘benzer olmama hali’. Benim farklılıklarım için savaşmaya lüzum yokken, senin tahayyül ettiğin farklılıklar birbiriyle geçinemiyor. Aslında aramızdaki fark da tam olarak buradan kaynaklanıyor. Senin çatışmacı bir toplum anlayışın varken, benim birbiriyle ahenk içinde, birbirinden beslenen monadlarım var.

Žižek: Senin toplumun hayaller aleminde gezinirken, benim toplumum yaşamın ta kendisi. Bence tüm sorun bu!

Hardt & Negri and Foucault - Biopolitics

(26.12.2011 tarihli yazımdan - 28/30)

HOW TO LIVE TOGETHER?

It’s so hard to say that the concepts of “multitude”and “commons”, developed by Hardt and Negri, can be considered as a direct appropriation of Foucault’s conceptualization of biopolitics/biopower. It has an approximation but since they were constructed for different periods of times, in essence they seem as they are not precisely consentaneous. However, it is possible to find coherency among them.

In the concept of “multitude”, according to Hardt and Negri, we need to multiply class categories as now there are multiple kinds of classes, not only working class. There are poors, migrants and immaterial labors which also construct the social life, they argue. This social life is the sum of a common life. Everybody may produce the life itself, even by just living it. Because the way of living might be -and also is- a production that needs knowledge and ability, which deserves to be appreciated. Every member of a society has the role of generating the life. And every formation is important for the society to construct a new common social life.

Congruently, in the thought of Foucault’s biopolitics, since the half of the eighteenth century the aim has been to decrease the rate of mortality and to increase longevity, by controlling the life, controlling the illnesses. This may be seen also as a production of the life, but this time by controlling from the outside. Politics is made on the basis of life, the durability of the life, and promises this. So, according to Foucault, it has to predict unexpected events and control them to achieve equilibrium in social life. For example, with the development of medicine, that medicine helps people to live in a better way, normalizing the population/the multiple body as Foucault affirms. Body is now come together with the population, united with it. But with the notion of ‘normalization’...

Normalization… According to whom, and what? How can one be sure that s/he found the “normal” way? Is it possible to think about normal, or a “norm”? If it is, how can it be known that it is the right one? And the most important question, “Is there a common normal/norm?”. And the other important one, “Do we need to be similar to have a common norm/al?”.

Hardt and Negri say, no, we don’t need to be the same or to be normalized; even we don’t need to have related identities to form commons. But we need to be singular, they assert, not trying to change who we are. Everyone should be thought to be sui generis and be respected in this sense. And it may be propounded that a precise sameness among people is not even possible. If it would be, then world would be a machine world. Singularity is not an obstacle, according to Hardt and Negri, to construct a common life, since society has common interests.

On the other hand, Foucault sets a course of biopolitics in which normalization is needed while producing the life. As Foucault started the time of biopolitics from the eighteenth century, this may be a justification when people initially needed to be alive after all those bloody years of “take life or let die”. Now this is the time of “making life”, thus, the progression in health is the most important political movement to be made. Then it might have been thought that there was only one road for health, and it was ‘not to be ill’. That is, normalizing people is here making people alive and healthy, keeping them away from illnesses. But it is still open to discussion for having only one road to heal people, or society.

While it is found in Foucault’s biopolitics that there is a policy which is upon the biological life, as keeping individuals being alive and so making a population, in Hardt and Negri’s work, there is a constitution of a social life. They are different in qualitatively. One seeks to find the remedy for death and control it to improve the power of their politics by making people live. The other one strives to organize a new common life, in which people may live together with pleasure. That common life which is longed for is a life that no one cares about the sameness or difference or identities. It’s a life that everyone can live together in harmony, regarding others’ needs, thoughts, wishes, approaches. It’s a life that does not try to “normalize” people, or standardize the life. It’s a life that is built with consensus, in which all people-beings can communicate humanly. It’s a life that is lived delightedly. It’s a life that is tasty, delicious, flavored, and luscious.

Here is a last question,

In which biopolitics do we want to live; the healthy one, or the enjoyable?

Tarde - önemli sosyolog

(17.11.2011 tarihli yazımdan 18/20)


“Instead of moving from, say, Goffman to Parsons, when going from face-to-face interactions to ‘bigger’ social structures, Tarde retains the same method for all levels – and anyway, there are no levels.”(Bruno Latour, Gabriel Tarde and the End of the Social, pp. 123.)

Tarde’ın teorisi, “eşitlik”prensibini elde ederek insanların ve şeylerin birer “monad” olduklarını ve bir bütünü yansıttıklarını ortaya atması açısından alışılagelenin aksine farklı ve aslında bir anlamda da umut verici bir teori. Çünkü Tarde’da herkes ve her şey eşit. Makro-mikro, yapı-fail, toplum-birey, hatta canlı-cansız ayrımı dahi yok. Hiçbiri bir diğerinden daha önemli ya da önemsiz ya da üstün değil. İnsan hayatına giren her şeyin bir etki gücü var. Ve insanlar gönüllü olarak, karşılaştıkları şeyleri takip edip onları taklit ediyorlar.

Tarde’ın bireye verdiği değer takdiri hak ediyor görüşündeyim. Her bireyin, yukarıdan herhangi bir yapının baskısı altında kalmadan, kendi özgür iradesiyle gönüllü olarak eylemlerini tercih ettiğini belirtiyor Tarde. Çünkü ona göre her şey ve herkes bir toplum. Toplumun bir parçası değil, kendisi toplum. Yani her monad bir toplum. Bu durumda her insan da o toplumu yansıtan bir monad. Yine de insanın kafasınıkarıştıran bir soru geliyor akla, ‘Her birey, sahip olduğu farklılıklara rağmen nasıl toplumun genelini yansıtabilir?’. Bu soruya daha sonra dönmeye çalışacağım.

Tarde yapılamayanı yapmış, ikiliklerden sıyrılıp makro ve mikroyu yan yana getirmiş, birey ve toplumu, canlı ve cansızı eşitlemiş. Çok daha genişbir perspektiften, çok daha kapsamlı bakabilmiş, üstelik derine de inerek (her ne kadar Durkheim tarafından psikoloji yapmakla suçlanmış olsa da…). Ama aslında haklı. Çünkü düşündüğümüz zaman, doğa bilimlerinde her zaman NŞA (normal şartlar altında) prensibi vardır, ona göre veri elde edilip bir sonuca ulaşılır. Ancak günlük hayatta olan her zaman “normal” olmaz. Öyle ki, her şeyi etkileyen birden fazla “şey” vardır; bir para atıldığında yazı-tura gelme ihtimali %50-50 değildir. Bir tarafı daha ağır olduğu için oraya düşmesi ihtimali, bulunulan ortamın basıncı, rüzgar, atışın kuvveti, vs. gibi koşulların da hesaba katılması gerekir ki kesin bilimsel sonuca ulaşılsın. Ancak doğa bilimleri bu şartları göz ardı eder.

Ne var ki sosyal bilimlerde aynısınıyapmak, sonuçta çok daha büyük sapmalara neden olabilir. Çünkü makro veya mikro bakış açısında birine bakarken, birini daha fazla önemserken diğeri gözden kaçabilir. Ancak insanlar ne sadece yukarıdan gelenle hareket eder, ne de yalnızca kendi isteklerini uygulayabilme güçleri vardır. Yapıların failleri etkilediği gibi, failler de yapıları etkiler. Herkes ve her şey birbirini takip edip, birbirinden etkilenir ve birbirini taklit eder. Tarde’ın bu noktası çok doğru. Herkes sürekli olarak bir şeylerden etkilenir. Yalnızca diğer insanlardan da değil, dağdan taştan, kuştan böcekten de etkilenir. Ya bakış açısı değişir, ya yapacağı işin yönü, ya psikolojisi… Ve bir “şey” değişir, tüm dünya değişir. “Tokyo’da bir kelebek kanat çırpar, Kaliforniya’da fırtınaya sebep olur.” Tıpkı şu anda Arap Baharı’yla başlayan ve tüm dünyaya yayılan halk ayaklanmaları gibi… Kimler tarafından başlatıldığının, amacının ne olduğunun, suçlunun kim olduğunun bir önemi yok. Aslında belki de ortada suçlu ya da masum da yok. Çünkü herkes içinde bulunduğu konumdan bakıyor olaya. Kaddafi kendi açısından haklı,muhalifler kendi açısından, kapitalistler kendi açısından… Değişim için etkileşim, iletişim lazım. Hiçbir monad etkileşime girmezse, birbirine de benzeyemez. Onca yıldan sonra Kaddafi baskısı acı bir şekilde sona erdi, çünkü iletişim yollarını kapadı. Ancak birey monadlar birleşti ve yapı monadı yendi. Bir monadın diğerinden daha üstün olmadığını gösterdiler.

Şimdi yukarıdaki sorumuza dönebiliriz. Her monad nasıl toplumu yansıtır/içinde barındırır? Tarde’a göre her monad bütünlüğü temsil eder. Bu yüzden de ayrı ayrı hepsinin incelenmesindense Tarde, bir monadla toplumun anlaşılabileceğini savunur. Yani herhangi bir monadı –örneğin beni- inceleyerek toplum anlaşılabilir (yoksa ben mi yanlış anlıyorum?) Bu konu biraz kafa karıştırıcı gibi görünüyor. Çünkü aynı zamanda mümkün gibi de duruyor. Toplumu oluşturan her monad toplumu yansıtır. Ancak hepsi farklı açılardan yansıtmaz mı? Çünkü herkes farklı şekilde etkilenir. Yani herkesin birbirinden eşit şekilde etkilenmiş olması pek mümkün görünmüyor. Etkileşimler eşit değildir öncelikle. Örneğin; gittiğimiz doktorun nasıl bir ebeveyn olduğunu bilemeyiz buna tanık olmazsak. O halini bilen biriyle karşılaştığımızda da aynı etkiyi alamayız. Imitation’ın imitation’ı ne kadar başarılıolabilir? Herkesin kendine özgü bir duruşu, düşüncesi, tercihi, deneyimi vardır. Deneyimler de aktarılmaz, herkesin her şeyi yaşaması da mümkün olmaz. Zaten herkesin tamamen birbirinin aynı olmamasının sebebi de budur. Birbirine daha uyumlu monadlar var iken, birbirinden tamamen farklı düşünen, görünen, farklı tercihleri olan monadlarla da karşılaşırız. Ancak hepsi ayrı ayrı, aynıtoplumu nasıl yansıtır? Ya da şöyle de sorabiliriz, her monad başka bir topluma mı ait? Yoksa burada yine aynı soruyu mu sormak gerekiyor, Who are ‘WE’? Kim bu toplum? Kimiz biz? Kimi temsil ediyoruz? Her monad ait olduğu toplumu temsil ediyor öyle ise… Ama sorun şu ki, henüz açıklanamamış bir soruna da parmak basıyor. Çünkü ortada bir ‘WE’ yok.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...